“Why nations fail?” kitabından alıntılar ve esinlenmelerle, ülkeler niçin zenginleşmişler ya da fakirleşmişler serimizde, bu sefer Sierra Leone’ye bakalım istedim. Eylül 2014’de Ebola salgını ile Dünya gündemine gelen, bu nedenle açıkça Dünya’dan izole edilen ülkenin tarihi inanılmaz acıklı öykülerle dolu. Önceki iki yazıda Avustralya’yı yazmıştım. Hemen aynı dönemlerde, madencilikle ilgili olarak hemen hemen aynı zenginleşme imkanına sahip iki ülkeden biri doğru yolda gidip zenginleşirken, diğeri nasıl fakirliğin çukurunda yaşıyor bakalım.
Sierra Leone, bugün Afrika’nın batısında sahili olan, 71.740 km2, yüzölçümlü, yaklaşık 6 milyon nüfusu olan bir ülke. Tropikal iklimin hüküm sürdüğü geniş yeşil çayır ve sık yağmur ormanlarıyla kaplı bir yeryüzü parçası. Bu yüzden geçmişte içinden geleneksel yöntemlerle ilerlemek, kıyıdan çıkıp doğuya gitmek çok zor olmuş, tietze sineği türü tropikal hastalıkları yayan canlılar nedeniyle de kalıcı yerleşim yerlerinin pek kurulamadığı ıssız bir Dünya bölgesi olarak kalmış. Nüfusun %71’i müslüman, %27’si hıristiyan, %2’si geleneksel Afrika dinlerine mensup. Kişi başına yıllık milli gelir 613 USD. ile Dünyanın en fakir ülkelerinden biri. Sierra Leone’de kendi dilleri ve gelenekleri olan 16 etnik topluluk yaşamaktadır. Bunların en önemlileri, kuzeydeki Temne ve güneydoğudaki Mende halkıdır. Buna rağmen okullarda okutulan resmi dil İngilizce’dir.
Resim 1: Sierra Leone’nin haritadaki yeri
Resim 2: Sierra Leone’de etnik gruplar ve konumları
Biliyorsunuz Avrupalıların deniz ötesi keşifleri, ilk kez 1400’lerin ikinci yarısında Portekiz’lilerle başlamıştır. Portekiz’den gemilerle çıkıp, direk güneye seyredip Afrikanın batı kıyılarını keşfetmişlerdir. 1462’de Portekiz’li Pedro de Sintra bugün Freetown olarak bilinen liman başkentinin olduğu bölgeye gelmiş, etrafındaki dağlara Portekizce dişi aslan manasına gelen “Serra Leoa” ismini vermiştir. İşte Sierra Leone’nin ismi buradan gelmektedir. Burada kurulan liman daha sonra Fransız ve Hollandalılar tarafından özellikle köle ticaretinde kullanılmıştır. Bilindiği gibi İngilizler deniz ticaretine diğer sömürgeci Avrupa devletlerinden yaklaşık 100 yıl sonra başlamışlar ama hepsinden ileri gitmişlerdir. 1562’de ilk kez Sir John Hawkins silah zoruyla topladığı 300 köleyi buradan alarak İspanyol sömürgesi olan Karaip’lerdeki Santa Domingo’ya götürüp satmıştır. Bu olay İngiltere-köle toplama yeri-satış noktası arasında geçen “triangle trade=üçgen ticaret” in başlangıcıdır.
On-sekizinci yy. sonlarında, Amerikan bağımsızlık savaşı sonrasında, İngiltere’de Afrika kökenli kölelere özgürlükleri verilmiş ve bunlar Sierra Leone’ye geri dönmüşlerdir, başkentin Freetown ismini alması buraya geri dönüp yerleşen yerliler nedeniyledir. Ülkenin ikinci büyük şehri ise Mende bölgesindeki Bo’dur.
“Why nations fail?” kitabının savunduğu teze göre bir ülkede politik ve ekonomik olarak inclusive (kapsayıcı) kurumlar kurulur, mülkiyet ve rekabet hakkı kanun ve düzenle korunursa o ülke ileri gidiyor, aksine extractive (dışlayıcı) kurumlar kurulur, bir zümre ya da kişinin çıkarları korunup, sistem halkın sömürüsüne dayanırsa üretim düşüyor, keşif ve icatlar azalıyor ve gelişme duruyor. Sonuçta fakirleşme kaçınılmaz oluyor. Sierra Leone özelinde, iki temel dönemde bu dışlayıcı kurumların tüm özellikleriyle yer aldığını görüyoruz. Bu 2 dönem; İngiliz sömürgesi olunan koloni dönemi ve bağımsızlıklarını kazandıkları 1961’den sonraki dönemdir.
Dominiken rahibi, Bartolome de las Casas, 1542’de “A short account of the destruction of the indies” = “Yerlilerin imhası üzerine kısa bir inceleme” isimli kitabıyla, İspanyol Cortes’in 1519’dan itibaren Meksika’yı işgal edip, Aztek uygarlığını nasıl yok ettiğini, tüm maddi varlıklarını nasıl ele geçirdiğini, işgalcilerce uygulanan ve uygulanması gereken taktik yaklaşımları kitaplaştırmıştır. Yeni ülkeleri işgal eden tüm emperyalist sömürgeciler yüz yıllar boyunca bu kitaba bakıp, önerilen taktikleri uygulamışlardır. İngilizlerin Sierra Leone’de yaptıkları da bunun bir versiyonundan ibarettir.
Sömürgeciliğin yazılı bu kuralına göre, bir ülke ele geçirilince önce oradaki merkezi düzenin başı (kral vs) esir edilir. Bu esir etme işlemi bazen fiziken (en çok İspanyollar böyle yapmıştır) veya ona bir takım ilave ünvanlar verilmek suretiyle taltif edilerek (bunu da İngilizler sıklıkla yapmıştır) sağlanır. Sonra mevcut merkezi otorite kullanılarak (mesela krallarının emir vermesiyle) halkın istenilen üretimi yapması, köle gibi çalıştırılması, üreticiye biraz pay verilerek üretimin düşmemesi sağlanır ve sonra ürüne el konur, zaman zaman verildiği söylenen hizmetler karşılığında halka vergi konularak pay diye verilen bu küçük bölüm de onların elinden alınır.
Sierra Leone 1896’da tamamen bir İngiliz sömürgesine dönüşmüştür. İngiliz hükümeti burayı “protectorate = manda veya himaye” ilan etmiştir. O tarihte ülkenin iç tarafı bir çok yerel krallıklardan oluşmaktadır. İngilizler ilk iş olarak, önemli kabilelerin krallıklarını tanıdılar ve onlara “paramount chief = yüce şef” ünvanını verdiler. Bunların en önemli örneği elmas üretim bölgesi olan Kono’daki kral Suluku’dur. Suluku, paramount chief Suluku olarak ilan edildi. Ve ona bunun bir sömürge anlaşması olduğunu fark ettirmeden bir anlaşma imzalattılar. İyi gittiklerini sanan İngilizler halka bir de kulübe vergisi (hut tax) koydular. Bunun üzerine 1898’de tüm şefler ayaklandılar ve bir savaş çıktı. Gerçi İngilizler güçlü silahlarının yardımıyla bu isyanı kısa sürede bastırdılar ama bundan ders de çıkardılar. Üretimin en büyük kısmının olduğu yer olan doğuya yaptıkları tren yolunu gerektiğinde kolayca asker taşıyabilmek amacıyla isyanın en güçlü seyrettiği güneye yani Mende’ye kaydırdılar. Ve demiryolu Mendenin merkezi Bo şehrinden geçti.
Resim 3: Solda; 1898 kulübe vergisi savaşında İngilizlere karşı ayaklanan Temne lideri Bai Bureh ve Sağda; İngilizler tarafından esir edildikten sonra yanında Kraliyet Batı Afrika Sınır Muhafızı olan askerle birlikte çekilmiş fotoğrafı.
İngilizlerin kurduğu “dolaylı idare sistemi” gayet basitti, vergi toplayan, adalet dağıtan ve düzeni sağlayan paramount şeflerdi. En önemli ürünler kakao ve kahve, sadece sömürge bakanlığının kurduğu “pazarlama komitesine” satılabiliyordu. Güya bu komite çiftçiyi koruyordu. Dalgalanan Dünya fiyatları karşısında, fiyatın yüksek olduğu yıllarda biraz az, az olduğu yıllarda biraz fazla ödeyerek sigorta görevi görüyordu. Ama işin aslı farklı olup amaç, hep çiftçinin eline geçmesi gerekenden az ödeme yapmaktı. 1980’de siyaset bilimcisi Robert Bates, pazarlama komitelerinin uyguladığı fiyat politikalarının çiftçilerin yatırım yapmalarına, gübre kullanmalarına ve toprağı korumalarına yönelik tüm teşvikleri yok eden bir sistem olduğunu yazmıştı. Ayrıca İngilizlerin kurduğu dışlayıcı sistemler bundan ibaret değildi. Toprak mülkiyeti sadece paramount şeflere aitti. Toprak alınıp satılabilen, kredi için teminat gösterilebilen bir şey değildi. İnsanların kendi mülkiyetlerinde de garantileri olmadığı için, kahve, kakao ve hurma ağacı dikmek gibi uzun ömürlü bir yatırım yapma şansları yoktu.
Sierra Leone’de elmas, 1930’da Kono’da bulundu. Bunlar alüvyal elmaslardı. Yani derin madenlerden çıkmayıp, yüzeyde bulunuyorlardı. Nehirlerde elekten geçirilerek elde ediliyorlardı. Bir çok insan hiç bir madencilik bilgisine sahip olmadan bunları toplayabiliyordu. Kısaca kapsayıcı başka bir deyimle çoğulcu bir yaklaşıma imkan tanıyorlardı. Zaten işte bu yüzden bu alüvyal elmaslara “demokratik elmaslar” denmiştir. Tabii İngilizler bunu önlemek adına hemen “Sierra Leone Selection Trust” isimli bir tekel kurdular. Sonra da bunu Güney Amerikalı dev madencilik şirketi De Beers’e verdiler. De Beers‘e de “The diamond protection force”= “Elmas koruma gücü” isimli bir ordu kurma yetkisi verdiler. Sonuçta maden bölgelerine kimseyi sokmadılar, Sierra Leone halkı ya da madencileri kendi topraklarında çıkan bu madenden tamamen dışlandı.
Hadi bu dışlayıcı kurumlar İngiliz emperyalizminin bir sonucuydu diyelim, peki Sierra Leone’nin bağımsızlığını kazandığı 1961’den sonra durum değişti mi? Hayır.
1960 yılı boyunca Londra’da süren görüşmeler sonrasında, Sierra Leone 27 Nisan 1961’de bağımsızlığını kazandı. İngilizler iktidarı Sir Milton Mangai’ye devrettiler. Mangai, “Sierra Leone People’s Party (SLPP)” =”Sierra Leone Halk Partisi’nin” başındaydı. Bu parti daha çok güneyde ve doğuda yani Mende ülkesinde güçlü idi. Daha sonra 1964’de kardeşi Albert Mangai başbakan oldu. Ancak 1967’de seçimi kıl payı başka bir parti kazandı. Kazanan “All People’s Congress Party (APC)”= “Tüm Halkın Kongre Partisi “idi. Başında Siaka Stevens vardı. Stevens kuzeydendi, desteği daha çok kuzeydeki etnik gruplar olan, Limba, Temne ve Loko’lardan alıyordu. İngilizlerin hem ürünleri limana hızla taşımak hem de gerektiğinde hızla isyan bastırmak için yaptığı tren yolunu kapatmak ilk işi oldu, çünkü yol güneydeki Mendeland’dan geçiyordu. Ama Mende halkı daha çok Mangai’ye oy vermişti. Stevens’e göre; Mende için iyi olan bir şey onun için kötü idi. Artık Bo’dan geçen bir tren yoktu. Tabii bu yaklaşım Sierra Leone ekonomisine önemli bir darbe indirse de Stevens’in iktidarını güçlendirmişti.
Resim 4: Kapanan demir yolunun Bo şehri yönündeki terk edilmiş ve harap olmuş istasyonu, dışlayıcı kurumların önemli özelliklerinden biri olan “non-creative destruction” = “yaratıcı olmayan yıkım” ’a bir örnek.
Esasında biri demiryolu kuran, diğeri kapatan iki yönetimin yaklaşımları birbirine ters gibi görünse de ikisi de dışlayıcı idi. Sadece amaçları farklı idi, ilki ülke kaynaklarını sömürmek ve ayaklananları bastırmak içindi, ikincisi ise muhaliflerini susturarak bir diktatörlük kurmak için, aynı kısır döngüye hizmet ediyorlardı. Siaka Stevens 1971’de kendini başkan yaptı ve diktatörlük kurdu. 1978’den sonra ise Sierra Leone’de APC dışında bir parti yoktu. Siaka Stevens buna karşın İngilizlerin kurduğu tüm sömürücü dışlayıcı kurumları muhafaza etti. İngilizlerden iktidar devralındığında, pazarlama komitelerinin çiftçiye ödedikleri para, hurma için Dünya fiyatının %56’sı, kakao için %48, kahve için %49’u iken, Siaka’nın iktidarı halefi Joseph Momoh’a bıraktığı 1985’de sırasıyla % 37, %19 ve % 27’e düşmüştü.
Elmasda da durum farklı değildi, Stevens 1970’de “Sierra Leone Selection Trust” u kamulaştırdı. Yeni tekel’in adı “National Diamond Mining Company Limited” idi ve tahmin edebileceğiniz gibi hisselerin %51’i Siaka’ya aitti.
Şimdi bu noktada durup son yazımızdaki Avustralya ile karşılaştıralım. 1851’de Avustralya’da altın bulunmuştu ve aynen Sierra Leone’deki elmaslar gibi aluvyal altın idi. Önceki yazıda adı geçen işgalcilerin önde gelen lideri John Mac Arthur’un oğlu James MacArthur, madenlerin etrafına çit çekilmesini ve tekel hakkının açık arttırmayla satılmasını teklif etti. Ancak sonuçta kaybetti, bölgelere serbest erişim hakkını savunanlar kazandı. Dışlayıcı tekel kurumu değil, serbest girişimcilere altın arama ve çıkarma hakkı veren kapsayıcı yaklaşım kazandı. Çok geçmeden bu altın arayıcıları Avustralya siyasetinde önemli bir güç haline geldiler ve genel oy hakkı ile gizli oyun gündeme gelmesinde büyük rol oynadılar. Maden piyangosu sayesinde hemen aynı gelişme şansına sahip olan 2 ülkenin birbirinin tersine olan gelişim öyküleri, milletlerinin kurabildikleri kapsayıcı kurumların belirleyiciliğini net bir şekilde ortaya koyuyor.
Diktatörler iktidarlarını korumak adına çok önemli hatalar yaparlar. Lord Acron, “mutlak iktidarın mutlak surette yozlaşacağını” boş yere söylememiştir. Dışlayıcı kurumlar, iktidarın kötüye kullanlmasını da kontrol edemezler. 1980’de dönemin merkez bankası başkanı Sam Bangura, Stevens’in ekonomi politikalarını eleştirecek olmuş, sonuçta bankanın en üst katından, önündeki Sieka Stevens Caddesine fırlatılarak öldürülmüştür. İngilizler Mendeland’a demiryolu yapmışlardır çünkü ordularına güvenmektedirler, oysa Stevens bu demiryolunu kaldırmıştır çünkü ordusuna güvenmemektedir. Tüm diktatörler gibi Stevens da kuvvetli bir ordudan rahatsız olmaktadır. Orduyu giderek cılızlaştırmış, onun yerine kendi korumasına önem veren özel milis kuvveti yaratmıştır. Bu özel kuvvet “Internal Security Unit” = “İç Güvenlik Ünitesi” (ISU) idi. Halk bu birlikten çok çekmiştir, ISU’yu “I Shoot U” (vururum seni) diye telaffuz etmiştir. Ardından “Special Security Division”=“Özel Güvenlik Birimi” (SSD) gelmiştir ki halk SSD için, “Siaka Stevens’s Dogs” = “Sieka Stevans’ın köpekleri” demiştir. Rejimi koruyan bir ordunun olmaması ile sonunda 1992’de, APC rejimini ortadan kaldıran bir yüzbaşının komutasındaki sadece 30 askerden oluşan küçük bir birlikten başka birşey değildir.
Sömürücü, dışlayıcı kurumlar her zaman kısır döngü yaratırlar. Bunun doğal sebepleri vardır. Bu kurumlar, dışlayıcı ekonomik teşekküllere yol açarlar, bunlar da bir azınlığı zengin ederler. Sistemden çıkar sağlayanlar, kendi özel ordularını kurmak, paralı asker tutmak, yargıçlar satın almak ve iktidarda kalmak amacıyla seçimlere hile karıştırırlar. Sömürücü ekonomik kurumlar sonuçta sömürücü siyasal kurumlar için platformlar doğururlar. Sömürücü siyasal kurumların olduğu rejimlerde, iktidar kıymetlidir çünkü denetime tabi değildir ve ekonomik zenginlik getirir. Bir başka sonuç, menfaat gruplarının iç çatışmalar için teşvik yaratmasıdır. İç savaş tohumları böyle atılır çünkü aralarında çatışan menfaat grupları ve bir de sömürülenler diye alt gruplar halinde ayrışma vardır. Bugün gidip bakarsanız, Angola’da, Burundi’de, Çad’da, Fildişi Sahilinde, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde, Etiyopya’da, Liberya’da, Mozambik’de, Nijerya’da, Ruanda’da, Somali’de, Sudan’da ve Uganda’da ve tabii Sierra Leone’de kanlı iç savaşları görürsünüz. Hepsinde halk fakir, ülke gelişmemiş ve adeta kanser gibi devlet mekanizmasını işgal etmiş dışlayıcı (extractive) kurum ya da teşekküller vardır.