Yazının önceki bölümünde yeni kurulan bir ülkede, yani Avustralya’da 1770’lerde ilk özel hukuk davasının hikayesini anlatmıştık.
Niçin, çünkü ülkeler kurulurken, gelişirken ya da batarken o ülkedeki gerek ekonomik gerek sosyal kurumların yapısı ortak özellikler göstebiliyor.
Yani iyiye giden ülkelerde benzer olumlu kurumlar, kötüye giden ülkelerde de yine birbirine benzer olumsuz kurumlar olduğunu ortaya koymuşlar. Amaç işte bu batıran ya da çıkaran indikatörü yakalayabilmek.
Bir ülkenin gelişmesinde ya da geri kalmasında iklimin, coğrafyanın, kültürel birikimin, din yapısının vs. önemi olduğunu düşünebilirsiniz. Genelleme yapmak istediğinizde, (hele ki bu cins sosyolojik bir değerlendirmede) bu faktörlerden birini izole edip etkili mi imiş, yoksa değil mi imiş saf olarak ortaya koymanız güçtür. Yani tıpkı tıbbi bir araştırmada olduğu gibi; iki ayrı grupta (biri çalışma grubu diğeri kontrol grubu gibi) sonuca etkili faktörlerin tamamını her iki grupta benzer kılıp, sadece bir faktörün yarattığı farklılığı izlem ve karşılaştırma yapıp etkili mi değil mi ortaya koyabilirsiniz. Niye Avusturalya derseniz bu yüzden. Çünkü her şey ıssız bir yerde sıfırdan başlayarak kuruluyor. Öncesi yok. Şöyle düşünün 1700’lerin sonları yani sadece 300 yıl önce Dünyanın öbür ucunda İngiltere’den gönderilmiş yeni bir insan popülasyonundan bir yerleşim yeri kuruyorsunuz. Kıtanın doğusunda körfez içinde bir yer, adını “New South Wales” (Yeni Güney Galler) koyuyorlar. Sadece 2 grup insan var; 1. Zorunlu ikamete tabi tutulan mahkumlar 2. Bunları getiren asker muhafızlar. Sanki uzaya bir gemi gönderiyorsunuz, uzak bir gezegende yeniden hayata başlıyorlar. İşte bu yüzden Avustralya’nın gelişimi incelediğinizde çok sayıda veri elde etmeniz mümkün.
İlk anda hükümlüler sadece angarya diye tabir edeceğimiz zorunlu işleri yapıyorlar. Yani köle gibi çalıştırılıyorlar. Muhafızlar ise bunların emeğini sömürüp bundan para kazanma peşindeler. Hükümlülere ödeme bile yapılmıyor sadece karın tokluğuna çalıştırıyorlar. Üretilen her şey muhafızlara kalıyor. Kırbaç ve Norfolk adası denen bir adaya sürülme şeklinde cezalandırma yöntemleri var. Birinci yazıda da okuduğunuz üzere bu sistem extractive, dışlayıcı bir sistem. Nerede var ise orada üretim düşüyor. Yani çalışan üretimden pay almadıkça verimlilik aramamak gerekiyor. İşte bu acı gerçek bir süre sonra anlaşılıyor. Zaten koca Avustralya’da dağınık yaşayan ve yararlanılması çok güç yerliler, Aborjinlerden başka da çalıştıracak bir insan yok. Sonuçta hükümlülere bir takım kısıtlı haklar tanınıyor, kendileri için çalışabilmelerine, ürettiklerini satabilmelerine izin çıkıyor. Bu o tarih için İngiltereye bile kıyasla ileri bir inclusive yaklaşım. Sonuçta tabii üretim hızla artıyor. Muhafızlar alım gücü oluşan hükümlülere satabilmek için tekeller kurmaya başlıyorlar. En önemli ilk ticari ürün rom. Avustralya bir İngiliz kolonisi olup İngiliz bir vali tarafından idare ediliyor. 1806’da yeni atanan Vali William Bligh rom tekelcileri ile mücadele etmeye başlıyor. Muhafızlar artık tüccar olmuşlar, tekelleri yönetiyorlar, bunlardan biri de sonraki dönemde ismi çok duyulacak olan John Macarthur , bunun önderliğinde valiye isyan ediyorlar. İsyan valiyi hapse attıracak dek ileri gidiyor. İngilizler ilave asker gönderip isyanı bastırıyorlar. Macarthur önce İngiltereye gönderiliyor, ama sonra salınıyor ve Avustralya’ya geri dönüyor. Ve hem siyasette hem de ekonomide çok önemli rol oynayan bir aktör haline geliyor. Tüm gelişim hükümlülere teşvik sağlanmasyla sağlandığından, bu sayede Macarthur gibileri çok para kazanıyorlar. Macarthur başka bir şeyi daha keşfediyor, Sidney’in hemen arkasındaki mavi dağları aşıp uçsuz bucaksız otlakları buluyor ve hayvancılığa başlayıp Avustralya’nın en zengini oluyor. Kısaca Avustralya’da elit bir burjuvazi doğuyor.
Bu noktada 2008 yapımı başrollerini Nichole Kidman ve Hugh Jackman’ın oynadığı (Yönetmen: Baz Luhrmann) Avusturalya filmini hatırlatmak isterim. Uzun bazen sıkıcı ama bu kıtayı bize çok iyi tanıtan bir filmdi. 1940’larda bile buradaki hayvancılığa dayalı burjuvazinin ülke ekonomisindeki ve sosyal hayatındaki önemini çok iyi anlatan bir filmdi.
İngilizce’de başkasının yerini işgal edip orada yaşayana ya da gecekonduculuk yapana “squatter” denilir. Bu boş otlaklar gerçekte İngiliz hükümetinin malı idi ama bu topraklarda izinsiz şekilde yerleşip hayvancılık ve ticaret yapan bir zümre oluşmuştu. Bu duruma “squattokrasi” denmeye başlanmıştı. İşte bu burjuvazi çalıştırdığı hükümlülere ücret ödeyerek işlerini ve üretimi devamlı arttırıyorlardı. Zamanla hükümlüler de girişimci olabilmeye başladılar, hatta diğer hükümlüleri işe almaya başladılar. Cezalarını dolduran hükümlüler diğer özgür insanlar gibi toprak sahibi olabiliyorlar, hatta zengin olabiliyorlardı.
Örnek, ilk yazıda hikayesini anlattığımız, okuma yazma bilmeyen, hükümlü Henry Cable 1789’da Ramping Horse isimli bir otelin sahibi olmuştu bile. Ayrıca bir dükkanı da vardı. Sonra bir gemi satın alıp fok işine girdi. 1809’da Sidney’de 9 çiftliği ve pek çok evi, dükkanı olmuştu. Twist of fate yani.
Evet yeni kurulan bir kolonide işleri bu kadar iyiye götüren kazançtan çalışanlarına pay veren inclusive yapılanmadan başkası değildi. Ama her zaman işler böyle lineer yürümüyor, Macarthur gibi elitler sayıları giderek artan yeni girişimcilerden rahatsızlardı. Hükümlüler ve artık onların torunları olan nesil, inclusive anlamda yeni haklar talep ediyorlardı. Yeni hükümlüler getirilmesin diyorlar, yargılanırken kendi emsallerinden olan bir jüri ve yeni toprak istiyorlardı. Tüm bunlar olurken, olan bitenden çok da haberi olmayan İngiliz hükümeti 1819’da bir komisyonu inceleme yapması için Avustralya’ya yolladı. Başlarında John Biggie vardı. Biggie hükümlülerin kazandığı haklar karşısında dona kaldı. Çok radikal, sert önlemlerle hükümlülerin kazandıkları tüm hakları geri almayı önerdi. Eski hükümlüler bu sayede kazanmış oldukları hakların sürdürülebilmesi için kendilerini de siyasal karar sürecine dahil edecek siyasal kurumlara ihtiyaçları olduğunu fark ettiler. Eşit temsilleri için, seçimler, ilgili kurumlar ve meclisler talep ettiler. İşte bu dönemde hükümlülerin davalarına destek olan gezgin, kaşif, yazar William Wentworth ortaya çıktı. Australian isimli bir gazete çıkararak davayı ateşli bir şekilde savunmaya başladı. Oluşan baskılarla 1831’de vali Richard Bourke ilk kez hükümlülerin jürilerde yer almasına izin verdi. 1842’de üyelerinin 2/3’ü seçimle işbaşına gelen bir yasama kurulu oluşturuldu. 1850’de tüm yetişkin beyaz erkekler oy hakkı kazandı. Bugün de Dünyada yaygın olan, gizli oylama esası ilk kez Avustralya’da gerçekleştirilerek hayata geçti. Bunların hepsi sömürüyü ve istismarı önleyen ekonomik ve sosyal inclusive kurumlardı. 80 yıl içinde ataları İngilizlerin o tarihte sahip olduklarının önüne geçmişlerdi.
Inclusive kurumların kurulabilmesi İngiltere gibi mutlakiyetin çok yerleşik olduğu ülkelerde devrim gibi zor bir süreci gerektiriyordu. Öyle de oldu (glorious revolution). Oysa böyle bir durumun olmadığı Amerika, Kanada, Yeni Zellanda ve Avustralya gibi ülkelerde çok daha kolay ortaya çıkabilmiş ve sonuçta bu kurumların sağladığı olumlu zeminle sanayi devrimi gerçekleşip halkın zenginleşmesi gibi olumlu sonuçlar ortaya çıkmıştı.
Yazıdan çıkarılacak sonuç, üretim istiyorsanız üreteni teşvik edip ona kazançtan hak ettiği payı vereceksiniz ve bunları hakkın, adaletin olduğu güvence sağlayan bir hukuk sistemiyle garantiye alacaksınız.
İngilizce “Law and Order” diyorlar.