Daron Acemoğlu ve James A. Robinson “Why Nations Fail” (Ülkeler Niçin Batarlar) kitabında, ülkelerin güç, varlık veya yoksullukla sonuçlanan kaderlerini, ortaya çıkardıkları kurumların inclusive ya da extractive oluşuna bağlıyorlar. Bu kelimelerin ne anlama geldiğini öğrenmek için hemen sözlüğe davranmayın. Çünkü sözlükte karşılığı yok. Ama çok detaya girmeden şu anlama geldiklerini söyleyebilirim; Inclusive: üretim için pozitif seleksiyon sağlayan, kişi ve hak ve hukukuna saygılı, kişisel mülkiyet hakkını tanıyan kurumlar demek. Extractive ise; üretimdeki insanlardan çok iktidardaki gücün haklarını koruyan, kişisel mülkiyet hakkını umursamayan, mülkiyeti daha çok devlete, oligarşiye ya da monarka ait kılan, hak ve hukukun üstünlere göre şekillendirildiği ya da pek olmadığı kurumlarla yaşayan sistemi tanımlayan kelime. Bu kitapta savunulan teoriye göre, insanlığın devlet mekanizmasını bulup kullanmaya başlamasından itibaren kurduğu devletler, ya inclusive özelliklere sahip olup ilerliyor ya da extractive özelliklere geri dönüp geriliyor ve batıyor.
18. yüzyıl Büyük Briytanya’sında hükümlülerden maddi ve manevi anlamda kurtulmak için kullanılan bir yöntem var. İngilizler bunları kendilerine bağlı kolonilere sürüyorlar. Bu amaçla en çok kullanılan yer Amerika. Fakat 1783’de Amerika bağımsızlığını kazanınca artık İngiliz mahkumlarını kabul etmemeye başlıyor. Bu durumda yeni bir yer gerekiyor. İngiliz yetkililer önce Batı Afrika’yı düşünüyorlar. Ama gönderdikleri mahkumların neredeyse tamamı sert iklim koşullarına uyum sağlayamayıp, sıtma veya sarı humma gibi endemik hastalıklardan ölüyor. Bu zorunlu gönderme açıkça bir idam cezasına dönüşmüş oluyor. İşte o zaman akla yeni keşfedilen Avustralya geliyor. Meşhur Kaptan James Cook 29 Nisan 1770’de bugün Botanik Körfezi diye bilinen Avustralya’nın doğu kıyısında insanlığın o güne kadar bilmediği bir çok hayvan türlerinin yaşadığı bir koya çıkıyor. Bu keşifle, Sydney şehrinin merkezinde olduğu New South Wales ismini alacak koloninin de kuruluşu başlıyor. İşte hikayemiz İngiliz yetkililerin mahkumların zorla göç ettirileceği yer olarak bu yeni kıtayı şeçmeleriyle başlıyor.
Susannah Cable, 1780 İngilteresinde hırsızlık yapmaktan mahkum olan bir kadın. Öncelikle ölüme mahkum ediliyor sonra cezası hafifletilip, 14 yıl hapse ve Amerika’ya transport edilmesine indiriliyor. İşte tam bu sırada (twist of fate) Amerika bağımsızlığını kazanıyor ve İngiltereden gelen mahkumları kabul etmemeye başlıyor. Bu sırada Susannah ise, Norwich Castle hapisanesinde yollanacağı günü bekliyor, fakat kader ağlarını örmeye devam ediyor. Henry isimli bir mahkumla aralarında bir gönül ilişkisi başlıyor. Ve bu ilişkiden yine Henry isimli bir oğulları oluyor. Tarih 1787 olduğunda, Avustralya’ya gidecek ilk mahkum gemisine ismi yazılanların arasında Susannah’da yer alıyor. Ancak eşi ve oğlu listede yok. Susannah’ı taşıyacak gemi İngiltereden ayrılmadan önce mahkumlar Thames üzerindeki bir başka gemide bekletiliyorlar. Aile bölünmesi anlamına gelen vicdanları sızlatan bu karar bir şekilde duyuluyor. O dönemin hayırseverlerinden Lady Cadogan olaya el koyuyor ve bir kampanya açarak bu çiftin tekrar bir araya gelmesini sağlıyor. Ayrıca açılan kampanya ile Avustralya’ya götürmeleri için çifte içinde elbiselerden vs. oluşan 20 ₤’luk bir yardım paketi hazırlanıyor. Ve sonra Alexander isimli gemiyle yolculuk başlıyor. Ancak yolculuk sona erip, Botanik körfezine vardıklarında çift bu yardım paketinin kaybolduğunu fark ediyor. Gemiden bu paketin kaybolması esasında imkansız, pakete Kaptan Sinclair’in el koyduğu üç aşağı beş yukarı belli. Ancak İngiltere için 1787’de oldukça inclusive sayılabilecek politik ve ekonomik düzenlemeler olsa bile bu inclusive yasalar ne yazık ki henüz mahkumlara ulaşmıyor. Mahkumların kişisel mülkiyet hakları hiç yok ve kimseyi mahkemeye verme hakları da yok. Hatta hatta başka sebeple açılmış bir davada mahkemeye delil sunma hakları da yok. İşte Kaptan Sinclair bunu bildiği için mahkumlara ait malları rahatlıkla çalabiliyor. Ancak iş bununla bitmemişti, bahsolunan sınırlamalar İngiliz kanunlarına aitti , oysa şimdi İngiliz kolonisi olsalar da başka bir devletin toprağında idiler. Henry Cable ve eşi burada artık mahkum değil yeni yerleşimci olarak tanımlandılar ve dava açıldı. Davayı David Collins isimli bir hakim görüyor. Bir miktar çekindiği için, geminin askerlerinden oluşan bir jüri kuruyor ve kaptanı mahkemenin önüne çıkmaya mecbur ediyor. Tüm bunlara rağmen davayı Cable’lar kazanıyor. Kaptan Sinclair 15 pound ödemeye mahkum ediliyor.
Bu dava Avustralya’da hükme bağlanmış ilk özel hukuk davası idi ve karar verilirken ingiliz hukuku yok sayılmış idi. İngiltere’de mahkum statüsünde olanlar artık Avustralya’da yeni yerleşimci idiler ve kendilerine göre bazı haklar kazanmaya başlamışlardı. Avustralya’nın yükselmesi kendine özgü inclusive hukuki kurumlarının oluşturulması ile başladı. Sonraki yıllarda Avustralya ekonomik ve siyasi kurumları ile de İngiltere’den ayrılacak çoğu inclusive nitelikli kendi kurumlarını kuracaktı. Sonraki yazıda Avustralya’nın çok ilginç gelişim hikayesini göreceğiz.
Not: Yazı Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un Why Nations Fail? isimli kitabından yapılan alıntı ile hazırlanmıştır.